31 Ocak 2012 Salı

İŞTE BÖYLEDİR HAYAT, NEYE İNANIRSAN ONU SUNAR


   Telefonda sesi bir robotmuş gibi geliyordu adamın. Sanki, hayatı gerçekten yaşamayı unutmuş bir insan veya insan olmayı henüz bilmeyen, filmlerdeki bir Android gibi konuşuyordu. Hemen anlaşılıyordu sesinin tonundan ve vurgulamalarından. Tek düzeydi konuşmaları ve yaşamdan bıkmış gibiydi, en azından ben öyle hissetmiştim her konuşmamızda.

   Hislerimin kuvvetli olduğunu düşünürüm ve sezgilerime güvenirim her zaman. Bu çocukluğumdan beri bildiğim  bir duygudur.  Aramızda hızlı tren ile giderseniz 1.45 saatlik mesafe vardı ama anlaşılıyordu her şey telefondaki bir konuşma ile. İşte insan böyle bir varlık aslında. Duyguları olan ve hisseden, hemen farkı  fark eden.

   Bindim hızlı trene ve düştüm yollara. Neredeyse saatte 300 km'ye ulaşan sür'atiyle hızlı tren sanki yolları yutar gibi gidiyordu. Yanından geçtiğimiz istasyonların ismini bile okumak mümkün değildi hızla giderken. Vızır vızır geçerken manzaralar penceremden, yollar yutulmuş, zamandan kazanılmıştı. Vakit nakittir ya ! Ve işte karşımdaydı yaklaşık 40 yıldır görmediğim sıra arkadaşım. Saçları dökülmüştü ama yüzü hala genç görünüyordu yaşıtlarına göre. Benden de 1 yaş büyüktü aslında. Kontrol ediyordu her hareketini farkına varmadan. Bir şey vardı onda, sanki yağı noksan bir makine gibi tutuktu, gergindi her hareketinde.

   Küskündü, umudunu kaybetmişti anlaşılan, bir de yaşama tutkusunu. İnanmıyordu artık yeniden iş bulacağına. Aramaktan da vazgeçmişti. Kitaplar yazıyordu kitabevlerinde satılan ama hala inanmıyordu bir Yazar olduğuna. Ben ona her; 'Sen  bir Yazarsın' deyişimde O  'Hayır değilim, yazar olsaydım yazdığım kitaplardan para kazanırdım ' diyordu, etrafındaki insanların söylediklerini teyit edercesine. Buna inanıyordu gerçekten. Ne yaman bir çelişki. Yazdığın onca kitap satılırken kitapçılarda, sen hala inanmıyorsun Yazar olduğuna. İşte insan böyle de bir varlık aslında. Para kazanamazsan, kitap yazsan da, kitapların kitapçılarda satılsa da asla bir Yazar olamıyorsun, Ona göre.

   İnanmıyordu bir Yazar olduğuna, unutmuştu kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, hatırlamaktan da vazgeçmişti. O sadece hissettiği gri duygularını kağıda döküyordu, belki de kimseye anlatamadığı, içinde biriktirdiği hisleri kağıtlarla paylaşıyordu sessizce ve umutları olmadan. Hep acılardan, zorluklardan, özlemekten anlatıyordu kitaplarında, sanırım. Sanırım diyorum, çünkü hiç bir kitabını okumadım ama biliyorum ne yazdığını, konuştuklarından. Hani demişler ya ''İnsanın fikri neyse zikri de odur'', aynen öyle.
Ama okuyacağım bir tanesini yakınlarda, umarım ben yanılmışımdır.

   Diğer taraftan adım gibi biliyorum yanılmadığımı, çünkü bu Matematik gibidir. Asla şaşmaz ''Aklında ne varsa, kaleminde ve kelamında da  o vardır'', Kazanacağına inanırsan kazanırsın ya da tam tersi, kazanamayacağına inanırsan kazanamazsın. Yazar olduğuna inanıyorsan Yazar'sındır, olmadığına inanıyorsan da, ne yazar ?

   Eee...  İşte böyledir hayat. 'Sen neye inanırsan hayat sana onu sunar.'



Hüseyin Turgut SAYIN,

Bahçeşehir/İstanbul, 31.01.2012


'HAYATA HİZMET' MAVİ-BEYAZ BİR UÇURTMA KADAR KÜÇÜK AMA SONSUZ SEVGİ KADAR BÜYÜKTÜR

Çok küçükken tanıştım uçurtmalarla. İlk aşkımı hala unutamam. Maviye boyalıydı yüzü ve bembeyaz kuyruğu vardı, upuzun. Öyle alımlı yükseliyordu ki gökyüzüne. Hani ilk görüşte aşk derler ya, vurulmuştum ona çılgınca. Hala kalbim titrer onu düşününce ve gözlerim biraz yaşlanır ama saklarım.

Karaman'da tam Karamanlis'in doğduğu evin karşısında eskiden okul olarak da kullanılmış 2 katlı Rum yapımı bir konakta otururduk. Alt katta Dedemler, üst katta biz. Dedem Hüseyin diye çağırırdı beni Bozkır'lı şivesiyle, Babasını anımsayarak. Diğerleri ise Turgut derdi. Karşımızda da Saniye Teyze'nin evi vardı. Toprakla kaplanmış dümdüz bir damı olan tek katlı, beyaz boyalı ev. Bizim ev   4-5 metre daha yüksekti o evden.

Daha 5 yaşında bile değildim, bir abi uçurtma uçuruyordu, mavi-beyaz rengiyle göklere sevgiyle cilve yapan bir uçurtma. Seyrettim merakla ve ilgiyle. Sonra indirmeye başladı uçurtmayı yavaş, yavaş. Yere yaklaştıkça gözüme daha bir güzel görünüyordu nazlı, nazlı salınırken sağa-sola. Öyle dengeliydi ki denge denilince hep o aklıma gelir. Sanki sevdiğini bekleyen bir genç adam gibi nazikçe indiriyordu uçurtmasını, hala abim gibi sevdiğim delikanlı. Adını bile bilmiyordum.

O yere indirdiği uçurtmasını sevgiyle ve dikkatli bir şekilde  toplarken, yanımda beni seyreden annemden o uçurtmayı istediğimi hatırlıyorum. Belki de ağlamıştım, anımsamıyorum. Annem ısrarlarıma dayanamayıp çocuktan istemişti mavi-beyaz uçurtmayı. İnanılmaz bir şey oldu ve genç adam uçurtmayı bana gönderiverdi. Dünyalar benim olmuştu. Hala hatırlarım o sevinci ve mutluluğu, düşünürüm bazen 'Ben olsaydım verir miydim uçurtmamı ?' diyerek Ama vermişti işte ve beni çok mutlu etmişti, sanki bana dünyaları armağan etmişti yüce gönüllü abi.

Kimdir, kimlerdendir hala hatırlamam, yüzünü bile. Aslında benim hafızam çok kuvvetlidir ama onu sadece silüet olarak hatırlıyorum. Bazen de soruyorum kendime acaba o bir Melek miydi, yoksa Melek gibi bir ruha mı sahipti?

Şimdi sizin huzurunuzda ona teşekkür ediyorum ilk kez ve onu kutsuyorum tüm kalbimle.. Çünkü o sadece bir uçurtma vermedi, bana kocaman bir sevgi verdi ve bu sevgi öyle büyük ki bu yazımla onun sevgisini size de aktarıyorum. Uzatın elinizi ve tutun mavi-beyaz uçurtmanın ipinden, hissedin küçücük çocuk kalbimden size doğru akan sevgiyi. Her uçan uçurtmaya bakarken Melek ruhlu o gence siz de sevginizi gönderin benimle birlikte.

Hayata Hizmet mavi-beyaz bir uçurtma kadar küçük ama sonsuz sevgi kadar büyüktür. (*)





(*) SERVING TO LIFE IS AS SMALL AS A SMALL BLUE WHITE KITE YET AS BIG AS INFINITE LOVE ♥
     -Çeviri için sevgili dostum Dilek TOPALOĞLU'na teşekkürler.


Hüseyin Turgut SAYIN,


Bahçeşehir/İSTANBUL, 26.01.2012

GÖRMEK, SIR PERDELERİNİ KALDIRABİLMEKTİR YAŞAMIN

   O çok havalı ve güzeldi, farkındaydı bunların. Evliydi ve çocukları da vardı. Elit olmayı seviyordu. En güzel markalardan almayı, restaurantlarda yemeyi, olduğundan daha farklı görünmeyi istiyordu. Eşi yakışıklı bir adamdı ancak çok kaygısız ve pasifti onun gözünde. Ağırdan alıyordu her şeyi, bencildi, sorumluluk almıyordu, rahat adamdı vesselam.


   Sorun ortadaydı, uyuşmazlık vardı. Pekiyi neden bir araya gelmişlerdi, neydi bir birlerini çeken? Bunu hep düşünüyordu kadın, gerçekten neydi? Bulamıyordu bir türlü, ama bulmayı da istiyordu. Yardım almaya karar verdi. Önce kurallar koydu gitmemek için kendince, zora koştu. Ama, sonunda gitmek zorunda kaldı.
   Evet, hiç de sandığı gibi değildi, adeta ne düşünüyorsa tersi çıkmıştı;

-O eşinin kendisini sevmediğini sanıyordu, halbuki eşi ona deli gibi aşıktı, ama bir türlü ulaşamıyordu kadınına, kadını ona tepeden bakıyordu,

-O kusuru eşinde buluyordu ama kusur kendinde çıkmıştı, kendisiyle barışık olmayan kendisiydi, farklı göstermeye çalışıyordu kendini, maskeleri vardı,
-O eşim hiç sorumluluk almıyor diyordu, oysa gücü elinde tutmayı seven, güçlü olmak adına sorumlulukları üzerine alan kendisiydi, evin reisi/erkeği olmuştu, zaten güçlü erkeklerden kaçtığını farketti, hep yönetebileceği erkekleri çekiyordu hayatına,
-O eşimi internette chat yaparken yakaladım diyordu, oysa cinsellikten ve eşinden uzaklaşan o idi, sevgisini vermeyi unutmuştu, eşi erkekliğini ve ondan alamadığı sevgiyi dışarıda arıyordu,
-O çocuklarından şikayet ediyordu, oysa çocuklarını baskı altında tutan, mükemmel olmaları için zorlayandı o, kendi hayatında yapamadıklarını çocuklarından istiyordu,
-O boyun ve omuz ağrılarından şikayet ediyordu, oysa her şeye muhalif ve mükemmeliyetçi olduğundan hep gergin olduğunun bile farkında değildi,
-O sürekli tıbbi kontrollere gittiğini söylerken, çocukken çok sevdiği bir yakınını kaybettiğinde ölümden korkmaya başladığını, her şeyi kontrol altında tutmaya çalıştığını anlamıştı.
   Ağlıyordu usulca, gözyaşları ile karışık rimelleri gözlerinin yanı başından dudaklarına akıyordu ılıkça. Yumuşamış bakışları ile yerine otururken bayağı rahatlamıştı. Hep gergin olan omuzları artık düşmüştü gerçek yerlerine. Huzur kaplamıştı içini. Farkına varmıştı ona ne olduğunun. Sevgiyi hissediyordu bedeninde ve enerji yavaşca akıyordu en derinde. Vücudu ısınmıştı sanki, elleri ve ayaklarını daha bir hisseder olmuştu. 


   Anlamıştı; evet aslında hayat bir oyundu. Hiç bir şey göründüğü gibi değildi. Görebilmek için bilmek gerekiyordu sır perdelerini kaldırmayı yaşamın. Anlamıştı nasıl kendini kandırdığını.


   Dünya sandığından başkaydı.








Hüseyin Turgut SAYIN,




Bahçeşehir/İSTANBUL, 29.01.2012

HER BİR KAR TANESİNİ BİR MELEK ATAR SEPETİNDEN

  
'Aliye DİZDAR' dı adı, çalışkan, kendi doğruları olan ve bundan asla taviz vermeyen Şifacı kadının. Kar taneleri düşerken ağır ağır, O 'Oğlum, her bir tanesini bir Melek atıyor yer yüzüne sepetinden' derken ben de gülerdim muzipçe. 'Yahu başka işleri mi yok Meleklerin, hele bu kadar kar tanesini atacak kadar Melek çok mu ki?' diye düşünürdüm içimden.

Ben, Karaman'da doğdum ve orada büyüdüm, Üniversite'ye gidene kadar. Yazları Babam Kızkalesi/Silifkeye'ye götürürdü bizi ve Aliye her gidişimizde selam verirdi Akdeniz'e ve onunla konuşurdu. 'Oğlum, her şey canlı ve Allah'ın adını anıyor' derdi. Dağların taşların, ulu ağaçların 'canlı olduğunu, konuştuğunu' söyleyen bu kadına gülerdim içimden. Hoşuma da giderdi aslında böyle düşünmek. İyi gelirdi bana.
Zaman geçti, devir döndü, gün bugünlere geldi, şimdi Ben söylemeye başladım aynı şeyleri çocuklara ve insanlara. Gülücüklerle bakışlarını yakalıyorum yüzlerinde hafiften alaycı.

Artık biliyorum, Anneannem doğru söylüyormuş. Melekler atıyor kar tanelerini sessiz şarkılar söyleyerek rüzgarın nağmeleriyle ve her yer saf bir ışıkla doluyor kar tanelerinin kristal beyazlığında. Hep sevdim Melekleri ve kar tanelerini..

Siz de anlatın çocuklarınıza O'nun gibi, onlar gülümsese bile muzipçe ve hafiften dalga geçerek; 'Yavrum, her bir kar tanesini bir Melek atıyor sepetinden' diyerek. İçlerinde ilahi ümitlerin yeşerdiğini, akılları kabul etmese de gönüllerine iyi geleceğini bilerek...


Anneanneme Sevgilerimle,

Hüseyin Turgut SAYIN,

Karlı bir kış günü,

İSTANBUL, 30.01.2012

''O, 1985 yılı yazında Ebediyete intikal etti. Allah rahmet eylesin.''

ÖZGÜRLÜK AŞKINI BİR KUŞ'TAN ÖĞRENDİM

   Orta Anadolu Bölgesi, Coğrafya Dersinden hatırladığınız üzere; 'Yazları sıcak ve kurak, kışları ise soğuk ve karlı' geçer. Karaman bir İç Anadolu Bölgesi Şehri olarak benim yaşadığım dönemlerde (1958/1975, yaşımı da anlayın artık) Konya'ya bağlı küçük bir İlçe idi. Her kış geldiğinde yoğun kar yağışları olurdu. Bazen 1 hafta aralıksız kar yağdığını hatırlarım. Bir defasında öyle çok yağmıştı ki damı toprak olan ev sahipleri, her gün damlarını kürümelerine rağmen damın çökmesinden korkar hale gelmişlerdi. Sabah uyandığımızda minik serçelerin açlıktan ve soğuktan bayılıp yere düştüğünü gördüğümüz anlar oldu.
   Ben, kar yağdığı zaman heyecanlanırdım. Niye mi? Çünkü Teyze Oğlu Mehmet Abimden  öğrendiğim at kuyruğundan yaptığım 'kıl tuzağımı' hazırlar, Teyzemin evinin karşısındaki Anneannemin toprak damında bol saman ve buğdayla karın üzerinde kurduğumuz 'Tuzak' ile açlıktan şehire inmiş olan Sığırcık Kuşları ve Güvercinleri ayaklarından yakalamayı ve biraz sevdikten sonra salmayı çok severdim. Onların önce çekingen halleri sonra yeme saldırmaları, bir kaçının yakalanması ve bizim alıp sevmemiz, adeta şölen gibiydi. Çocukluk hali ne görürsen büyüklerinden onu yapıyorsun işte.
   Ancak, hala hatırladığım ve üzüldüğüm bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim. Bir gün yakaladığımız Sığırcık Kuşlarından bir tanesini kafesimize koymuş, su ve bol yiyecekle donatmıştık içini. Ama o asil hayvan ne su içmişti, ne de yemden yemişti. Çok şaşırmıştık. Ertesi sabah uyandığımızda öldüğünü gördük. İnanamadık bir gecede adeta 'Hara-Kiri' yapmıştı. Çok üzülmüştüm, hala da üzülürüm ona bunu yaptığımız için. Ama gerçekten bilmiyorduk bir hayvanın bu kadar asil ve özgürlüğüne düşkün olabileceğini.
   Çok şey öğretti o minicik Sığırcık Kuşu, şimdi bile çok saygı duyarım ve severim onları. Özgür olmanın ve özgür yaşamanın ne kadar önemli olduğunu O minicik kuş öğretti bana. Bir daha asla yakalamadım Sığırcık Kuşlarını. Onları hep uzaktan sevdim saygıyla ve minnetle izledim, bana öğrettiklerini hatırlayarak.
O kuşu size tanıtmak istedim aşağıda ansiklopedi anlatımıyla satırlarda;
   ''SIĞIRCIK: Sığırcıkgiller (Sturnidae) Familyasını oluşturan kuş türlerine verilen ad.
     Sığırcıklar doğal olarak sadece Eski Dünya'da bulunur, bazı türleri doğu Avustralya'ya 

     götürülmüştür. Bir kaç türü bu yerlere adapte olmuştur. Sürü halinde gezinirler. Açık alanları 
     tercih ederler ve böcek ve tohum yerler Bu kuşların tüyleri koyu ve parlak renklidir. 
     En çok oyuklarda yuva yaparlar Yumurtaları mavi veya beyazdır''
Ve ben ekliyorum altına ''Asil, vakur ve özgür hayvanlardır Sığırcık Kuşları.''
Anadolu karlar altında ve Sığırcık Kuşları aç ne yazık ki, yiyecek bulma umuduyla Şehirlere akın ediyorlar şimdi sürülerle ve özgürce ...


Hüseyin Turgut SAYIN,
Karlı bir kış günü,

Bahçeşehir/İSTANBUL, 30.01.2012